Doğa yeniden uyanıyor… Sanki birer odun parçasıymış gibi duran ağaç dallarından tomurcuklar, yapraklar çıkmaya başladı, bahar çiçekleri ortalığı bezemeye başladı bile. Yaşamakta olduğumuz hayatın içinde ayrı mucizeler arayanlara şaşıyorum, hayatın kendisi büyük bir mucize?
Internet ve televizyon öncesi bin yıllarda, nasıl yorumluyordu bu mevsim geçişlerini insanoğlu hiç düşündünüz mü? Özellikle Akdeniz ve Ege havzasında sonbaharın gelişi, doğanın adım adım ölüşü, hüzünlü, yas dolu törenlerle kutlanırdı. Genciyle yaşlısıyla tüm yöre yaşayanları bir araya gelir, birbirinden üzgün, matemli müzikler eşliğinde, yaklaşmakta olan kış mevsiminin geçici olması , zararsız atlatılabilmesi için adaklar adarlardı. Doğal olarak korkardı insanlar, doğa ölürken ve dilekleri, adakları doğanın bir süre sonra tekrar dirilmesi ve elbette hayatta kalabilmek yaşamaya devam edebilmekti.
Kış mevsiminden sonra tıpkı bugünlerde yaşamakta olduğumuz gibi; doğa yeniden uyanmaya başladığında ise, bu kez şenlikler düzenlenirdi. Sonbahar törenlerine benzer şekilde çevrede yaşayanlar bir araya gelirdi. Hava ısınmış, uzun ve acımasız kış mevsimi geride kalmış, hayvanlar yavrulamaya, ağaçlar bitkiler tekrar canlanmaya başlamış ve müthiş renk cümbüşüyle çiçekler müjdelerken baharı, kent halkı bir araya gelip bu sefer neşe içinde çığlıklar atar, coşkulu şarkılar söyleyip dans ederlerdi. Koro halinde aşk şarkıları, yaşamayı seviyorum türküleri söylerlerdi. Kışı atlattıkları ve hayatta kaldıkları için yine bu kez şükretmek için yine adaklar adar, kurbanlar keser büyük ziyafetler düzenlerlerdi. Benzer bahar gelişini kutlama törenlerinin çeşitli uzanımlarını günümüzde kadar geldiğini görmekteyiz.
Doğanın sonbaharda “ölüşü” ve sonra da ilkbaharda “tekrar dirilişi” törenlerinde müzik eşliğinde şarkılar her zaman tek koro halinde söylenirdi. Günün birinde sıra dışı birisi çıktı ve korodan farklı ve bütüne uyumlu sözleri tek başına söylemeye başladı coşkulu kalabalıklara. İlk zamanlar aykırı bulunan ve kabul görmeyen bu uygulama, onaylanıp kabul görmeye ve kutlamalar bu yeni haliyle icra edilmeye başlandığında, tiyatro sanatı doğmuş oldu.
Sonbahardaki doğanın ölümü törenlerine zamanla “TRAGEDYA”, aynı şekilde ilkbahardaki doğanın yeniden doğuşu kutlamalarına ise “KOMEDYA adı verildi. (Aradan geçen onca yıla rağmen, Tiyatro Tarihi dersimde, o müthiş anlatımlarını hala hatirladigim sevgili Ayşegül YÜKSEL hocama buradan saygılarımı ve içten teşekkürlerimi sunuyorum)
Diyonisos Törenleri diye adlandırılan bu kutlamalar, o dönemin en önemli sosyal olaylarından birisiydi. Nice yüzyıldan bugünlere ulaşmayı başarmış o antik tiyatrolar aslında bu ve bunun gibi toplu kutlamalar ve törenler için inşa edilmişlerdi (elbette başka toplu etkinlikler için de kullanılıyorlardı). O zamanlar toplam nüfusu iki bin-üç bin olan yerleşim yerlerinde en azından beş bin kişilik görkemli tiyatro binaları yapılırdı. Yöre halkı ve yakın civarda yaşayanları da aynı anda konuk edecek kapasite olmasına özen gösterirlerdi.
27 Mart’ın “Dünya Tiyatrolar Günü” olduğunu, burada hatırlatıyor ve sizlere soruyorum: Bugün yaşadığınız kentin tiyatro, konser, sinema salonlarının toplam seyircisi kapasitesi nedir? Sizce bugün tüm kent halkının aynı anda katıldığı, o antik zamanların benzeri bir tür mega bahar kutlama etkinliği düzenlenseydi, sizce kaç tane daha tiyatro, konser ve sinema binası daha inşa edilmesi gerekirdi?
Bu soruya cevap ararken, yaşadığınız şehirde kültüre, sanata ne kadar yer verildiği konusunda somut olarak fikir sahibi olabilirisiniz. Şehrimizin tüm tiyatro ve sinema salonlarını aynı anda kullansak bile, sizce şehir halkının yüzde kaçı -deyimi yerindeyse- açıkta (!) kalırdı. Bu oranı lütfen sizler de araştırın, en güncel rakamlarıyla sizler bulun ve takip edin. Yaşadığınız kenti biraz da bu yönden değerlendirin. Eğer yeni tiyatro, konser salonları açılmak şöyle dursun var olanlar bile, birbiri ardına kapanıp gidiyorsa, küçücük çocuklar bile birbirleriyle sosyalleşmek için sadece internet erişimini biliyorsa bence bunlar toplum sağlığımızın tehlike altında olduğunun belirgin işaretleridir.
Bana dünyamızın olağanüstü gelişmeler yaşadığını, 20. yüzyılı televizyon kasıp kavuruken artık kim ne derse desin 21. yüzyılda insanlığın dijital bir devrim yaşamakta olduğumuzu, internet yaygınlaşmasıyla artık hemen hiçbir şeyin eskisi gibi kalmadığını, kalamayacağını ve benzeri türde şeyleri söyleyebilirsiniz ve haklısınız da.
Ancak Sofokles’in binlerce yıl önce yazdığı eserler hala daha dün yazılmış gibi, büyük usta Shakespere‘in yüzlerce yıl önce kaleme aldığı tiyatro eserleri her zaman güncel kalmayı başarıyor. İnsan olmak, insanca yaşamak kavramları nice çağlardan bu yana aslında pek değişmedi.
Gelin hep beraber hayatlarımızı renklendirelim, anlamlılığını arttıralım, yaşantımızda kültürel etkinliklere ve sanata daha fazla yer verelim…