Herhangi bir konu üzerinde düşünmek, odaklamak ve üzerinde yoğunlaşmak istediğimizde genellikle temsili nesneler, haritalar, modeller, maketler kullanırız ve böylece işimiz kolaylaşır. Örneğin gezegenimizle ilgili bir konuda düşünmemiz, çalışmamız gerektiğinde dünya haritasını veya yerküre modelini kullanırız. Böyle bir modelin üstünde çok daha rahat ve verimli olarak konumuza odaklanabilir, daha rahat akıl yürütebilir ve bağlantıları çok daha kolay hatırlayabilecek şekilde zihnimize yerleştirebiliriz.
ZİHİN HARİTALARI Beynimiz örüntüler (şablon) oluşturarak etkin çalışır. Zihnimiz, olup bitenleri kavramak, açıklamalar aramak, bunlar arasında yeni bağıntılar yakalayabilmek için her zaman belli soyutlamalar ve sembolleri kullanmaktadır. “Zihin haritaları”(*1) adı verilen bu temsili ve soyut kavramlar bize gerçekliğin biraz farklı yansımalarını sunmaktadır. Kendi oluşturduğumuz bu soyut kavramlarla temsil ettikleri gerçeklikler doğal olarak aynı olamazlar. Ülke haritaları, sınırlar,meridyen, paralel,kıtalar, ekvator, iklim kuşakları, yörünge .. hepsi aslında kendi türettiğimiz ve somut olarak var olmayan kavramlardır. (*2).
Bizim zihnimizdeki “soyut canlandırma sembollerimiz”le onların temsil ettiği “gerçeklikler” arasında elbette farklar vardır. Bu çok basit noktayı kaçıracak olursak bizler, kendi kültürümüzün, parçası olduğumuz sosyal çevremizin gerçekliği görmesiyle, kendi görme şeklimiz arasındaki ayırımı rahatlıkla yitirebiliriz. Filmlerde çok kötü veya çekici karakterleri başarıyla canlandıran sanatçılara gerçek hayatta aşık olmayı veya nefret etmeyi, hatta senaryo gereği öldüklerinde işi vefat ilanları verip gıyaben cenaze töreni düzenlemeye kadar vardırmayı; Oktay KAYNARCA’nın Kurtlar Vadisi adlı diziden ayrılışını bu gibi durumlara tipik örnek olarak gösterebilirim. Bir diğer uç örneği de Japonya’dan bir oyun bağımlısının Love Plus adlı Nintendo konsolunda yer alan bir oyun karakterine aşık olup evlenmesi(!)dir. Gerçekle sanal arasındaki ayırımın kaybolmasıyla kaygı verici hatta yıkıcı gelişmeler kolayca olabilmektedir.
KARANLIK DÖNEM Birimizin herhangi bir konudaki kendi görüş ve düşüncesinin, parçası olduğu bütün topluluğa ait hale gelmesi, bir grup insanın bir bakıma tek kişi haline gelmesidir. Sorgulamaksızın pek çok kişinin aynı görüş ve düşüncede olması durumu, batılı tarihçilerin Karanlık Çağ olarak da ifade ettiği Orta Çağda çok yaygındı. (Batılıların “Karanlık” dediği zamanda, doğu Altın çağını yaşıyordu- bu konuyu bir başka yazıda ele alacagım). O dönemde kitleler halinde insanlar kolayca yönlendiriliyorlardı. Neye inanacakları, ne düşünecekleri, kime güvenecekleri, nasıl yaşamaları gerektiği, kimlerle görüşmeleri gerektiği, hayatlarındaki öncelikler onlara hazır olarak veriliyordu. Halk yüzeysel gündemlerle ustaca oyalatılıyordu. Düşünmeleri, kendilerine ait görüşleri olması, kendi hayatları hakkında söz sahibi olmaları neredeyse olanaksız hale getirilmişti. Kalabalık insan kitleleri orta çağ karanlığında, iletişimsizlik, cahillik, bilinçsizlik ortamında kolaylıkla yönetiliyor daha doğrusu yönlendiriliyordu.
O dönemlerde devlet yönetimindekiler ve bağnaz din adamları kendi çıkarları doğrultusunda insanları sanki onların kendi beyinleri, tercihleri yokmuşcasına, tek yönlü olarak bilgi yüklüyorlardı. Bu şekilde yönetiyorlar daha doğrusu güdüyorlardı birbirinin fotokopisi haline getirilmiş insanları. Oysa insanca kendi aklını kullanmak isteyenler, türlü dalaverelerle devre dışı bırakılıveriyordu. Yarım milyondan fazla kişinin bu bağlamda büyü ve benzeri etkinliklerde bulunduğu iddiasıyla canlı olarak ateşlerde yakılarak öldürüldüğünü biliyoruz.
O devirde “dünya evrenin merkezidir, yerinde öylece sabit durur, güneş ve diğer tüm yıldızlar dünyanın etrafında dönerler” diyen” devrin yöneticilerine cesur bir bilim adamı çıkıp, “hayır dünya sabit durmamaktadır” demiştir. Orta Çağın bitimine doğru “dünya güneşin etrafında dönmektedir, işte kanıtları” diyen Galileo derhal ölüm cezasına çarptırılmıştı. İsmi ölümsüzleşen bu bilim insanı, çok ağır baskılar görmüş, sonunda “yanılmışım ”diye ifade verip geri adım atarak canını zor kurtarmıştı (*3) cellatların elinden.
GÜNÜMÜZ – BİLGİ ÇAĞI Çok şükür o karanlık zamanlar geride kaldı. Orta çağın peşinden “Aydınlanma” yaşadık. Tüm bağnazlıklar, sorgulamadan-araştırmadan kabüllenmeler artık çok geride kaldı(!). Kimse büyücülükle suçlanmıyor. Farklı düşündüğü için hiç kimse, alevler arasında acı içinde can vermeye mahkum edilmiyor. Toplumlara tek yönlü ve sistemli yüklemeler yapılmıyor. Medeniyet ilerledi zaten. İnsanlık, ulaşılmaz denen uzayda kalıcı istasyonlar kurdu. Parçalanamaz denen atomu parçalandı, derken yirminci yüzyıl bile artık tarih oldu.
On yılı aşkın bir süredir artık 21. yüzyılda, yani-bilgi ve teknoloji çağındayız . İletişim ve teknoloji hayatımızın hemen her evresine iyice yerleşti, sosyal ağlar artık neredeyse bedenimizin her hücresine ilişti! Internet, yani müthiş bilgi otobanı, ve aynı zamanda inanılan şeyler süpermarketi, hepimizin parmaklarının hemen ucunda. Her yerde kocaman veri yığınları Dünyanın çok uzak köşesindeki detay bir gelişmeden neredeyse anında haberdar oluyoruz. Oturduğumuz yerden dünya kütüphanelerini karış karış gezebiliyoruz. Devlet sırrı kategorisindeki gizli ötesi belgeler bile sebil gibi ortalarda gezebiliyor, internet üzerinde. Geçen yüzyıldan hayatımıza devredilen televizyon da görüntü çözünürlüğünü hayli ilerletmiş şekilde hala hayatlarımızda, baş köşesinde bizlere yüzlerce kanaldan, ürün ve fikir yerleştirmeli aktarımlarda bulunuyor sürekli. Bütün bunların yanı sıra her birimizin kendine ait yaşantıları var. Doğal olarak kendimize ait tercih, görüşleri ve beğenilerimiz olması gerekmekte.
Benim bu satırlarımı okuyan sevgili okuyucular;
Yaşadığımız şu bilgi çağı adı verilen zamanda :
Düşüncelerimiz sadece kendimize ait düşünceler mi?
Kendi hayatımızla ilgili kararları gerçekten bizler mi veriyoruz.?
Konu ne olursa olsun tam anlamıyla kendi tercihlerimizi yapabiliyor muyuz?
Hangi ürünü tüketeceğimiz, kimlerle görüşeceğimiz, hangi içeceği satın alacağımız, hangi yoldan gideceğimiz, hangi olaya üzüleceğimiz, neyi önemseyip kimi ihmal edeceğimiz, kimi beğenip kimi dışlayacağımız, hangi olaya savaş hangisine terör diyeceğimiz, …gibi sadece bizi ilgilendirmesi gereken konularda kararları gerçekten bizler-kendimiz mi veriyoruz?
Yoksa tıpkı yüzyıllar önce, karanlık devirlerde olduğu gibi- bize önceden tasarlanmış kararlar, hazır biçilmiş tercihler, öneri olmayı çoktan aşmış, kendini pek çaktırmayan YÖNLENDİRMELER Mİ DAYATILIYOR? Hem de bilginin neredeyse ışık hızında yayıldığının ifade edildiği, sosyal paylaşımın patlama yaşadığı bir dönemde…
HEPİMİZİN BİR ŞEKİLDE GÖRÜŞLERİ VAR AMA İŞİN ASLI ÇOK ÇOK AZIMIZ GERÇEKTEN DÜŞÜNÜYORUZ… *4)
Ne dersiniz, siz ne düşünüyorsunuz?
———————————————————————————————
(*1) ve (*2): R. LAGEMAAT –2005-“Theory of Knowledge” CAMBRIDGE UNIV. PRESS
(*3): J. WILLET – 1940-“Galileo”ARCADE PUBLISHING
(*4) G.BERKELEY 1709- Essay towards a New Theory of Vision- LONDON ALCIPRON
It was almost the end of another year, the long icy and snowy days of Ankara were over, at last. People were planning their holiday and busy with the routine end of year work at school.
That was the period when, we have initiated the “International Award Program” (*1) with a small group of students, to begin with. Those who were committed enough to this program, were surprisingly invited, for an international “award” camp in Latvia. It was going to be only few weeks later and as things happened, I needed to leave my suit-tie and also holiday plans aside and found myself in charge.
Being born and grown up in big city, I was in fact not much willing to attend this event. Since I have never had a similar experience before, the idea of staying in tents for a whole week, made me uncomfortable. Along with my professional responsibilities, it seemed obvious that, this would be a new learning experience. I thought to myself, I could end up in a guest house, which can hopefully be around the camp.
We flew to Riga with our tents and other equipment. First we started to drive in an old taxi along big boulevards, then for several hours on almost empty country roads. Sometime after, even the dirt road has finished, we arrived at Lejas-the award camp area in the forest. Some boys from the host group, skillfully built our just purchased tents. And then, there we were, in the middle of nowhere, with total strangers.
We were certainly far away from any comfort or civilization. The participants
were students of the same age group from Latvia, Estonia, Russia, Holland, Israel and us the small group of Turkish girls and me. It was an unusual and interesting togetherness. Experienced and caring colleague Inara ROZINA was the camp manager.
The first evening at the site, there was a big camp fire and the groups started to introduce who they are, where they come from, what they do in their daily lives. Very early in the mornings of the following days, other specially planned group activities were put into action, one after the other, by Inara’s well-trained team.
Duke of Edinburg International Youth Award program is designed with the main purpose to make the students understand and learn by experience that, their education consists of “other things” than their exams and academic achievements, as well. The group activities and workshops at the award camp were certainly in accordance with this ultimate aim. They were all challenging and joyful; sail at the Baltic Sea, canoeing, rafting in a nearby river, horse riding, to milk farm animals, learn how to make cheese, learn local folk dances, on-route map reading, arranging symbolic olympic games and also contests of the “Fear Factor” style.
The campers were taking care of all services in rotating groups on duty for food distribution, garbage collecting, cleaning the wash area. Moreover during the evening events, young campers introduced their cultures, music, dance, traditions and even own food to each other. The taste of the cheese was fascinating, since we made it ourselves from the milk that we milked from the goat the previous day.
Both my students and me, we have experienced new things together with other campers in Latvia. We have become more aware of and share the beauty of Mother Nature. We’ve participated joint activities with excitement and pleasure. Surviving through various challenges, our souls relaxed, our bodies got healthier, we started to have more trust both in ourselves and others.
On our flight back home, İlayda, my 16 year old student then, told me with tears in her eyes, “..if I didn’t go there, I’d never learn how to handle the new situations/challenges of life by myself”.
Regardless of all differences that we had in, where we come from, climates, geographies, cultures, and beliefs, we managed to collectively create friendship and sharing atmosphere, there in that beautiful countryside. We have managed to leave our own biases, fears and self-limitations aside. Now I understand better that, to have accomplished those challenges and to remember them was the actual AWARD in Latvia.
NOTES:
(1*)International Award for Young People, was initiated in 1956 first, by the Duke of Edinburg, husband for, her majesty Queen Elizabeth, in United Kingdom. All those educational institutes engaged with this student social development program are bounded by International Award Association which is located in London.
The national authority of this program in Turkey is “Gençlik Ödülü Derneği”, which started first in 1994. Since 2003 it has its nation wide activities and cooperations. (For further information www.ugo.com.tr )
Uzun bir ders yılının ardından, bir kez daha ders ve sınav maratonunun sonuna gelmeyi ve Ankara’nın karlı, buzlu zamanlarını da geride bırakmayı başarmıştık. Karneler, yılsonu rutin işleri derken, artık yaz tatili planları uygulanmaya konmak üzereydi.
Öğrencilerimin sosyal gelişimi içinde, Uluslararası Gençlik Ödülü (1*)programını yeni uygulamaya başladığımız zamanlardı. Bu konuda en candan gayret göstermiş öncü birkaç öğrenci için, Temmuz ayında Letonya’da düzenlenecek ödül ve keşif kampına katılım daveti mesajı geldiğinde, hepimiz şaşırmıştık. Gelişen koşullarla, kravatım-takım elbisemi ve tatil planlarımı bir kenara atıp, o öğrencilere eşlik etme görevini üstlenmek durumunda kaldım.
Büyük şehirde doğup hep apartman köşelerinde büyümüş biri olarak, açıkçası gönüllü değildim bu etkinliğe katılmaya. Arazide, hem de çadırlarda bir hafta kadar kamp yapmak düşüncesi tedirgin ediyordu beni. Çünkü daha önce bu tür deneyimim olmamıştı. Bir yandan kurumsal ve mesleki sorumluluklarımla öğrencilerime eşlik edecek, diğer yandan da kendi adıma yeni bir öğrenme deneyimi yaşayacaktım. Belki oralarda bir yerde bir konuk evi, basit bir otel odası bulabilirim diye kendi kendimi yatıştırdığımı hatırlıyorum.
Kısa sürede hazırlıklarımızı bitirip, çadırlarımız ve diğer kamp gereçleriyle, küçük Baltık ülkesi Letonya’nın başkenti Riga’ya uçakla gittik. Önce geniş bulvarlardan geçerek, eski bir taksi içinde yola koyulduk. Saatlerce neredeyse ıssız köy yollarında gitmeye devam ettik, traktör yolundan da epey ilerledikten, hatta yol bile tamamen bittikten sonra, sonunda ormanlık Lejas kamp alanına vardık. Hiçbir yerin ortasında, daha önce hiç tanımadığımız insanlarla ve alışık olduğumuz günlük rahat ve medeniyetin artık hayli uzağındaydık.
Ev sahibi guruptan cana yakın gençler, bizim yeni satın alınmış çadırların paketini açıp hemen kurdular. Farklı coğrafyalardan gelmiş benzer yaş gurubundan Letonyalı, Estonyalı, Rus, Hollandalı, İsrailli gençler ve bizim küçük Türk gurubu. Hem öğrencilerim hem de benim için her zamankinden farklı ve ilginç bir arada olma durumuydu bu.
Kampı yöneten meslektaşım, yılların deneyimli Ödül Lideri sevgili Inara ROZINA, her konuyla titizlikle ilgileniyordu. İlk akşamdan yakılan heybetli kamp ateşinin çevresinde otururken katılımcı gençler, guruplar halinde kendilerini, ülkelerini, yerel kültürlerini tanıtmaya ve böylece birbirlerini tanımaya başlamıştı. Artık sabahın ilk saatlerinden itibaren her gün, kampın diğer planlanmış etkinliklerini İnara’nın iyi eğitimli ekibi liderliğinde uyguluyorduk.
Duke of Edinburg Gençlik Ödülü kavramı, gençlerin eğitim öğretim hayatlarının sadece dersler ve sınavlardan ibaret olmadığını kavramaları için özel olarak tasarlanmış. Bu programa katılan ve belli bir düzeye gelmiş gençler için özel olarak düzenlenen bu uluslararası kampta, etkinlikler renkli, zorlayıcı ve eğlenceliydi. Baltık denizinde yelkenli, civardaki bir nehirde kano, kürek çekme, engebeli arazide sürünme yürüyüşü, basit marangozluk, harita ve kroki okuyarak uzun arazi yürüyüşleri, ata binme, çiftlik hayvanlarından süt sağma, peynir yapımı, flüt çalmak, dans. Bunların hepsi kişisel beceri ve toplumsal uyum geliştirmeye yönelik özenle planlanmış ve uygulanmaktaydı.
Yemek dağılımı, çevre temizliği, lavaboların bakımı gibi günlük kamp hizmetleri, karma oluşturulan guruplar tarafından dönüşümlü yürütüldü. Ayrıca öğrenciler akşamları düzenlenen eğlence etkinliklerinde kendi ülkelerini, kültürlerini, yemeklerini, geleneklerini, danslarını, şarkılarını tanıtmaya devam ettiler, birbirinden keyifli canlandırmalar yaptılar, sembolik olimpiyat oyunları ve televizyonlardaki “Fear Factor”’ü aratmayacak türden yarışmalar düzenlediler.
Letonya kırsalındaki o kamp boyunca hem rahatına düşkün öğrencilerim pek çok yeni şeyler deneyimledi hem de ben. Doğanın bize cömertçe sunduğu güzelliklerin daha iyi farkına varmaya, ve medeni şekilde paylaşmaya fırsat bulduk. Keşifler yaptık, daha önce hiç düşünmediğimiz etkinliklere başta çekinerek, sonra da keyifle katıldık. Kendi sağdığımız sütten peynir mayalayıp, ertesi gün o peyniri kahvaltıda hep birlikte yemenin apayrı bir lezzeti vardı.
Günlük hayatın rahatlık ve alışkanlıklarının uzağında olmak, doğa ananın bağrında olmak ruhlarımızı dinlendirdi, bedenlerimizi güçlendirdi, kendimize, birbirimize güvenimizi artırdı. Dönüş yolunda uçakta, o zamanki öğrencilerimden on altı yaşındaki İlayda, göz yaşlarıyla: “…bu kampa katıldım ve hayatımda karşıma çıkabilecek yeni durumlarla/zorluklarla kendi kendime başa çıkabileceğimi öğrendim!” diyordu.
Orada, ırk, millet, renk, din, dil farklarımızı bir kenara atıp, hep birlikte dostluk ve paylaşım, ortamı oluşturmuştuk. Önyargılarımızı, kendi kısıtlamalarımızı ve korkularımızı da biraz daha aşmayı öğrenmiştik. Artık daha iyi anlıyorum ki, işte bunları başarmış ve hatırlayacak olmak Letonya’daki asıl “ÖDÜL”ümüzdü.
AÇIKLAMA:
(1*)Uluslararası Gençlik Ödülü (International Award for Young People), dünyanın farklı ülkelerinden olan, tamamıyla uluslararası bir oluşum. Bu programı uygulayan eğitim kurumları merkezi Londra’da bulunan International Award Association’a bağlı olarak faaliyetlerini sürdürmektedirler. İngiltere Kraliçesi 2.Elizabeth’in eşi Edinburg Dükü Prens Edward bu programın ilk adımlarını 1956 yılında The Duke of Edinburgh’s Award adıyla Birleşik Krallık’ta atmış ve bu uluslararası merkezin kurulmasına bir anlamda öncülük etmiştir. Türkiye’de programın ulusal otoritesi Gençlik Ödülü Derneği‘dir Program Türkiye’de 1994 yılından bu yana sürdürülmektedir; ulusal çapta uygulanmasına 2003 yılında başlanmıştır. Detaylı bilgi için www.ugo.com.tr
İyi diye tanımlanan eğitimler almış, yüksek sınav skorları, parlak karneleri olan, bir diğer deyişle akademik anlamda başarılı kişilerin, sosyal gelişim düzeylerinin hayli farklı oldugunu görüyoruz. Hatta bazen bireylerin akademik başarı ile sosyal gelişimleri arasındaki farkları, çarpıcı durumlar oluşturuyor. Bunun nedenlerini irdelerken düşünce kalıplarının dışına çıkmakta yarar var. Hatta bazı bilimsel yaklaşımları daha yakından incelememiz gerekiyor.
Bilinçli eğitimcilerin yıllardır gayet iyi bildiği gibi; insan zekasının farklı türleri var ve bunlar; sadece “Sözel” ve “Sayısal”’dan ibaret değil. Kişiden kişiye farklılık gösteren bireysel zeka profillerine sahibiz hepimiz. Ayrıca uzmanlar, insanlarda sadece bir tek zeka türünün baskın çıkmasına nadir rastlandığını belirtiyorlar. Kısaca Çoklu Zeka-“Multiple Intelligence” olarak (*1) bilinen bu kuramı oluşturan Harvard Üniversitesinin dünyaca ünlü akademisyenlerinden Prof.Dr.Howard GARDNER’dır. Onun ilk başlardaki çalışmalarına göre zeka türleri; sözel-linguistik, matematik-mantık, görsel-uzamsal, vücut-kinestetik=devinduyumsal, müzik-ritmik, ve kişiler arası zeka idi.
GARDNER usta, sonradan Uluslararası Bakalorya-(International Baccalaureate-IB) adını alan, ülke sınırları olmayan, farklı coğrafyalarda eşgüdümlü ve standart eğitim programı kavramının ve dünya vatandaşı yetiştirme hedefindeki eğitim felsefesinin fikir babalarındandır.
Uzmanların, akademisyenlerin çalışmaları yıllarla beraber ilerledikçe çoklu zeka kuramı içinde tanımlanan (*2) zeka türlerinin sayısı da arttı. Duygusal zeka (Emotional Intelligence)’nın odak noktası, birey olarak hayati önem taşıyan insani yetiler dizisi- yani-“kendi duygularımızı yönetme”yeteneği ve olumlu ilişkiler kurabilme potansiyalidir. Duygusal Zeka kavramı, doktorasını Harvard Üniversitesinde yapan Dr.Daniel GOLEMAN tarafından 1995’de ortaya çıkartıldı. 2006 yılında ise Sosyal Zeka-Social Intelligence ortaya çıktı.
“Sosyal Zeka” ifadesi ilk olarak IQ testlerinin yarattığı 1920’li yılların heyecan dalgasında Edward THORNDIKE tarafından, kısaca “insanları anlama ve kendimizi-başkalarını idare etme yeteneği” olarak ifade edilmişti. Yani hem yeni, bir bakıma da seksen yıllık bir kavram bu Sosyal Zeka(*4). Bu kurama göre, beynimizin sosyal devreleri bizleri türlü durumlarda yönlendirmektedir.
Sınav sırasında sınıf arkadaşımızın yanıt kağıdına bakarken yakalanıverdiğimizde, aşık olup göz göze gelip ilk kez öpüşürken, bazen kalabalık ortamda tuttuğumuz gözyaşları seziliverdiğinde, eski bir dostumuzla sohbet ederken paylaşılan keyifte… işte bu ve buna benzer durumlardan beynimizin sosyal devreleri sorumludur. Bu kuramla ortaya çıkan en önemli keşiflerden biri –beyinlerimiz birbirimizle gerçek bağınlantılar kurmamızı sağlayacak şekilde donatılmış durumda.(*5) olduğudur.
İnsan ilişkilerimizin göze çarpmayan, ama yaşam boyu süren güçlü etkilerini, bilim dünyasında beynimiz ve sosyallik konusundaki yeni araştırmalar ve keşifler gösteriyor. Artık başkalarıyla bağlantı kurma şekillerimiz kolay öngörülemeyen bir önem taşımaktadır.
Toplumsal etkileşimlerimiz beynimizin yeniden biçimlendirilmesinde bile katkı sağlıyor. Kişisel ilişkileri zenginleştiren empati ve ilgi gösterme gibi yetiler de sosyal zeka kapsamında yeralıyor.(*7)
Sosyal Zeka kuramına göre duygularımız BULAŞICI özellik taşıyor. Güçlü duygular aynen bir nezle virüsü gibi yayılabiliyor. Ben de öyle olduğuna inanıyorum. Özellikle olumluluk, sevgi ve birbirine insanca değer verme duygularımı bu satırlarımdan siz bu blogu okuyanlara özenle bulaştırdığıma inanıyorum..
Son söz : Kişi bir bütündür, dolayısıyla onun eğitimi de bir bütündür (holistik). Gençlerin akademik ve sosyal gelişimlerinin mutlaka benzer duyarlıkla ve bilinçle izlemek hem eğitimciler, hem anne babaların sorumluğundadır.